Belediyeden arkadaşımız Alaaddin Kaya'yı onsuzluğu suğurlamak üzere bugün yolumuz yine Akbelen Mezarlığı'na düştü...
“Ölüm gelince söz hükmünü yitirir!” tümcesiyle özetlenen yakıcı gerçeği kaçıncı kez dile getirişim bilmiyorum!
Ölen gitmiştir artık; buz yüzlü ölüm geride kalanlarda iki ağızlı keskin bıçak olup oturur kemiğe!
Gidenin yarattığı boşluk “Dar yerleriniz geniş olsun...” havasını estirir suskun gönüllerde...
Ölen değil, ölümü duyumsayan çeker acıyı…
Ağır bir çökeltidir "Keşkeler..." geride kalanların gönül tarlasında; işte bu noktada vicdan denen yargıçtadır karar verme sırası…
Düşünebilen beyinlerde, ezimevine dönüşür yürek, arada buruk anılar…
Ne yapıp söylese boştur artık…
Issız sahillerde kayalara tutunan küçük çiçeklerin yalnızlığı duyumsanır…
Yüksek dağların ardında sessiz fısıltıdır, canhıraş çığlıkların bastırdığı oynak havalar…
Gezip tozma mutluluk vermez; yeme içme alışkanlıkların yerine getirilmesinden öte bir şey değildir…
Sizi bilmem, ama ben anılan yakıcılığı kaç kez duyumsadığımın hesabını tutamıyorum artık...
Günyüzü görmemiş çocuk ölümleri, maden faciaları, emperyalist tezgâhların kıyım makinelerince söndürülen yaşamlar hep can evimden vurdu beni…
“Anlamsız geliyor artık / Anasonun tadı / Uçmayı yeni öğrenen kuşun çabası/ Saatin tik takları…” diyerek hayıflanışlarımın sayısını çoktan unuttum…
Ancak her seferinde, zihnimin derinliklerinde kazınan, “ Ölmek kolay, zor olan yaşamak, hoş olansa yaşatmaktır…” sözleri aşılmaz duvar olmuştur karşımda...
Ne var ki, olayların gelişiminde ben ve benim gibilerin iradesi belirleyici olamıyor!
Hesap sormak için güçlü, güçlü olmak için de birlik olmak gerek; ama nerde!
Herkes kendi hesap ve doğrusunun kozasına kapanıyor!
Din, dil, ırk, renk, mezhep, parti marti diyerek bölük bölük bölünmüş, günübirlik çıkarlar uğruna insanlık suçuna ortaklık etmişiz!
Dedim ya, bu kaçıncı yanılgımız bizim!
Eşek bile yükünün takıldığı yerden kırk yıl sonra geçerken dikkatli davranırmış!
Bizlerse sözde insanız!
Sicilimizde güce boyun eğmek kayıtlıdır!
Haksızlığa karşı çıkmak yerine, işi zalimin zulmünün cezasını kesmek için gününü bekleyen (!) Tanrıya bırakmışızdır hep…
Çekilen onca acılara karşın var olma güdüsüyle kan gölüne dönüştürdüğümüz dünyada ayak sürürüz!
Oysa biz yaşamıyor, ömür tüketiyoruz aslında!
Çünkü yaşamakla gün geçirmek çok farklıdır; yaşamak, belirleyici olmak, gidişata yön verip zamanı anlamlandırmaktır!
Bizlerse ya öldürüyoruz ya da öldürülmelere seyirci kalıyoruz!
Mevcut koşullarda yerküredeki varlığımız kötülüklere suç ortaklığından öte nedir ki?
Aslında bizimkisi yaşarken ölmektir!
Güzellikler hanesine katkı yapmayıp zamanı anlamlandıramadıktan sonra, ömür tüketmişiz neye yarar?