Pek sık olmasa da kıyıda yürüyorlar, kauçukların altında, açık hava kahvehanesinde oturuyorlardı. Onu evine davet etti ilk kez kız. Bir antikacıdan aldığı, üzerlerinde çizik olmayan, her parçası başka renk moser kadehlerden, yapımını Ermeni anneannesinden öğrendiği, vişne liköründen; bitpazarında ucuza bulduğu eski gümüş Selçuk çanakta Mozart resimli çikolatalardan sundu. Obua sanatçısı arka-daşı turne dönüşü getirmişti Alplerin yamacındaki küçük bir kentten.
Diğer buluşmalardan farklı olarak, onu ağırlamak için, kızın sahneye çıkacakmış gibi özenle hazır-lanmış olduğunu fark etti genç adam. Kırmızı mercan taşlı bir kolye taşıyordu koynunda. Piyanoda, Chopin yılı olması nedeniyle, hazırlandığı resitalde çalacağı Chopin’in valslarını dinletti. Aralarda ona dönüyor, gülümsüyordu. Çam ağaçlarıyla kaplı yeşil tepelere, bahçedeki, sararmış yapraklarını döken, karışık ağaçlara bakan balkonda oturdular. Hafta sonlarında aldığı gazetenin ekinde okuyup, ilk kez genç adam için denediği, hafif yanmış kayısılı çörekleri, Bosnalı babaannesinden kalan porselen fin-canlarda çayla birlikte sundu. Teşekkürlere yanıt verirken, bir iki sefer omzuna, bir kez de yanağına dokundu adamın.
Küçük saksılarda, mutlu çiçekler açmış bitkiler sıralanmıştı balkon duvarının üstüne. Az ilerde, her türlü engellemeye karşın, kentin genişleyerek, içine girip tükettiği orman artığının sınırında yürüdüler. Çalıların arasında, parlayan çakılların üstünde akan az ve berrak suyun kenarında, kocaman bir kaya-nın üstünde oturdular. Onun ellerini tuttu genç adam: “Ne denli büyülü bir ortam örmüşsün burada, ne denli büyüleyicisin sen de... Seni seviyorum, beni de alır mısın bu büyünün içine?” dedi. Piyanist kız dudaklarını onun dudaklarına yaklaştırdı; ”İçindesin artık sen de, fark etmiyor musun? Seni sevi-yorum.” yanıtını verdi. Adam onu kucaklayıp koşmak, yüksek sesle şarkılar söylemek istedi. “Düşle-rimin ötesinde bir mutluluk bu.” dedi. “Benim artık piyano çalışmam gerekiyor.” dedi kız. “Şimdi mi?” dedi adam şaşkın, şaşkın: “Her şey o denli güzel ki, hiçbir anım bu denli güzel olmamıştı. Kuş-ları dinliyor musun? Sanki birlikteliğimizi kutluyorlar. Yaşamımın en güzel anı. Gidecek misin gerçek-ten, bu an bırakılır mı?”
Piyanistin, orkestra eşliğinde, solist olarak çalacağı konserin ön çalışmasında, yabancı konuk şef din-lenme arası verdiğinde, sanatçılar yerlerinden kalkıp kulise geçmeden, genç adam sahneye çıktı. Kızın önünde, piyanonun yanında diz çöktü. Ellerini göğsünün üstünde birleştirdi. Sevgilisinin gözlerine bakarak, yüksek sesle evlenme önerisini dile getirdi. Kız onu kaldırdı yerden. Bir kolunu sırtından omuzlarına doladı. Yanağını onun yanağıyla birleştirdi. Kulağına; “Aşkım, ama benim piyanom var, biliyorsun!” diye fısıldadı. Adam; “Seni her şeyinle, piyanonla ve olduğun gibi istiyorum. Sensiz ya-şamayı düşünemiyorum” dedi. Orkestra üyeleri alkışlarken, onlar öpüşüyordu.
Yaşamlarını birleştirdiler. Balayı yapamadılar, çünkü piyanosunda çalışabileceği bir otel bulamamış-lardı güneyde. Sabah havuza, denize girecekler, öğleden sonra piyano çalışacaktı piyanist. “Uzak ka-lamam piyanodan, hamlarım sonra.” demişti. Herkese açık olan bir mekânda da çalışamazdı. Hem, birkaç ülkede vereceği resitaller için, tatil yapamayacak denli, ayları dolu idi.
Genç kadın, evde her gün sekiz/dokuz saat piyanoda çalışıyor, çalışmıyor göründüğü anlarda da sanki kafasında notaları yerleştiriyordu. Dinletiler sunması için yeni çağrılar alıyor, sıkça başka kentlere, ülkelere gidiyor; yaşamının bir bölümünü uçaklarda, otellerde geçiriyordu. Gittiği kentleri gezemiyor, ön çalışmalara koşturuyor, dinleti sonrası, ertesi sabah, ilk uçakla başka bir kente uçuyordu. Yerli ve yabancı basında yükselen yıldız; mükemmel tekniği ve derin bir duygusallığı ile üstün bir yetenek olarak tanımlanıyordu. Medyatik olma gibi bir çabası yoktu. Çabası iyi olmak, daha da iyi olmaktı. Televizyonda söyleşi isteklerini geri çeviriyor: “İsteyenler müziğimi dinlesin, orada yanıtlar var.” diyordu. Önündeki on dört ay sunacağı dinletilerle az çok dolmuştu.
Adam, ismiyle değil, tanınmış piyanistin eşi olarak tanıtılıyordu katıldığı toplantılarda. “Ne denli şanslısınız, eşiniz olağanüstü, inanılacak gibi değil, Tanrı’nın armağanı.” deniyordu. Eşinin konserle-rine gidebildiği akşamlar, dinleyicilerin, eşinin uçuşan parmaklarını beğeniyle izlediklerini, uzun süre alkışladıklarını, ardı ardına sahneye çağırdıklarını, konser sonrası sihirli parmaklarını tutabilmek, bir imzasını alabilmek için, kuyrukta beklediklerini görüyordu. Çocuklarına onun adını veren ailelerle karşılaşıyordu. Dinleyicilerin çoğu, onun doğuştan gelen üstün yeteneklerle donandığını düşünüyor, fakat onun, yaşamayı ertelercesine, piyanosuna kapandığını bilmiyordu. Kadın binlerce notayı ezbe-rinde tutuyor, tuşlardan hızla yükselen parmakları hızla tekrar doğru tuşlara düşüyordu. Adam, onun çalarken seyirciyi de, mekânı da, anı da unuttuğunu, eser bitince derin bir uykudan uyanıyormuş gibi nerede olduğunu hatırlamaya çalıştığını görüyordu. Sonra kendisinin ona tutulmasının nedenlerinden olan büyüleyici gülümsemesi dudaklarına yayılıyordu. Bakışları ön sırada oturan kocasını arıyordu.
Genç adam bir taşıma şirketinin bölge ofisinde yönetici idi. Akşamları eve gelince, karısı bir turnede, ya da piyanoda çalışmakta oluyordu. Rahatsız edeceğini bildiği için, yanına yaklaşmaya, bir öpücük kondurmaya çekiniyordu. Kadın, çalışırken, bir tek kendisinin içinde olduğu, müzikle baş başa, başka bir dünyadaydı. Onu dünyasından kopartan dıştan gelen her etki: gürültü, konuşma, korna, zil sesi gerginliğe yol açıyor; onu kızgın, sert başka bir kişiliğe dönüştürüyordu. Evin kapı zili yok edilmişti. Telefonlar sessize alınmıştı. Evde konuk ağırlanmıyordu. Kadın, çalışırken onun karısı değil, arkadaşı değil, hatta tanıdığı değildi. Evde izinsiz dolaşan, rahatsızlık veren yabancı gibi duyumsamaya başla-mıştı adam kendisini. Piyano çalarken odasına girerse, düşmanca bakışlarla karşılaştığı oluyordu. Adam yanına yaklaştığında: gergin ve huzuru bozulmuşçasına “Müsaade et, müsaade et.” diyordu.
Adam, akşam yemeklerini tek başına yemeye, arkadaşları ve aileleriyle tek başına buluşmaya başladı. Kadın, sabahları ise uzun kahvaltılar ediyor, dergileri karıştırıyor, bahçede oturuyor, çiçekleri suluyor, güneşli havalarda şezlonga uzanıyordu. Elektronik postalarına bakıyor, iletilere yanıtlar veriyor, arada bir değişik yemekler yapmayı deniyordu. Koca, sabahları erken gidiyordu işe. Kadının rahat saatlerin-de şirkette oluyordu. Kocası, eşinin günlük programını kaydırmasını, sabah yaptıklarını akşama, piya-no çalışmasını sabaha ve öğleden sonraya almasını istemişti. Böylece daha çok birlikte olabilecekler-di. Kadın istememişti: “Sabahları rahatlıyorum, tek başıma ve yalnız olmama gerek var.” demişti.
Adam, eşinin zamanının çoğunu piyanoda çalışmaya ayıracağını öngörmüştü. Fakat zamanla eşinin hayatını bu denli dışarıdan seyretmek zorunda kalacağını, onun yaşamının bu denli dışına düşeceğini düşünmemişti. Kadın, büyük bir tutkuyla piyanoya, müziğine adamıştı kendisini; piyanoda çalışma-sından artan zaman, yine sanatındaki başarısının gereklerine ayarlanmıştı. “Yatış ve kalkış saatlerimiz farklı, uyuyamadığın zaman ben de uyuyamıyorum, etkileniyorum, uykusuz kalıyorum, ertesi gün ve-rimim düşüyor.” demiş ve yatak odasını ayırmış, o uyurken evde sessiz olmasını, fazla dolaşmamasını istemişti. .
“Böyle birlikte yaşanır mı?” diye soruyordu artık adam kendine. Ülkenin dünyada tanınan yazarının tek başına, eşinden boşanmış, odasından neredeyse çıkmamacasına, kimseyle buluşmamacasına yıl-lardır yazdığını düşündü. Birçok tablosu dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış kentin ressamı da evinden pek çıkmadan resme adanmış bir hayatı yaşıyordu eşi olmadan. Montaigne’in denemelerinde okudu-ğunu sandığı “Kendi başına bir evren ol.” sözü geçti aklından. Karısı kendi başına bir evren olacaksa (ki öyleydi), kendisine ne gerek vardı bu birliktelikte? Evde eksiklik yok, fazlalık vardı. O da kendi-siydi. Eşiyle aynı çatının altında olmasına karşın, ona yaklaşamıyordu. Aralarındaki uzaklığı kıramı-yordu: “Onunla yaşamı paylaşmak istiyorum, çevremdeki tüm evliliklerde gördüğüm gibi… Onu öz-lüyorum ve acı çekiyorum artık.”
Konser sonraları kutlamalar bitince, sessizce beklemekte olan kocasına gözleri parlayan bambaşka bir insan olarak geliyor, sarılıyor, “sevgilim,” “canım,” “aşkım” gibi; “Seni yalnız bıraktım, kusuruma bakma, seni seviyorum, seni çok ama çok seviyorum.” gibi sözler ediyordu. Büyük bir aşk ve özlemle, uzun süren bir ayrılık bitmiş gibi tekrar birbirilerine kavuşuyorlardı. O geceler aşklarına kavuşan sev-gililer gibi birbirilerini okşuyor, öpüyor, kucaklıyor, sarılıyor; balkona çıkıyor, ayı, yıldızları seyredi-
yor, geceyi dinliyorlardı. Fakat ertesi gün kadın bir tutukevi yöneticisi gibi uzlaşmasız, gergin, sert kişiliğine geri dönüyordu. Bir sonraki konserin çalışması ve gerilimi başlıyor, adam sevdiği kadının gülümsemesini, dokunuşlarını, aşk dolu sözlerini tekrar özlemeye başlıyordu. Turneler de git gide fazlalaşıyordu.
Bir pazar günü akşamüstü adam, havanın dışarıda pırıl pırıl olduğunu görerek, sofrayı bahçeye kurdu. Bir iş arkadaşının avladığı kaya balıklarını bahçede kızarttı. Komşu ilçedeki üreticisinden aldığı sızma zeytinyağından ve köylü kadınların kaldırımda, Girit kökenlilerden öğrenip sattığı otlardan kattı sala-taya. Eşinin sevdiği, kırmızı buruk şarabı açtı. Havalanması için cam karafa döktü ve üst kata çıkıp, piyanonun başındaki eşine yaklaştı, Bir süre bekledi. Eşi görmüyordu onu. “Güzel bir sofra hazırla-dım bahçede sevgilim, ara verebilir misin?” diye fısıldadı. Kadın “Olmuyor, olmuyor, moralim çok bozuk, çalamıyorum bu parçayı istediğim gibi, sen ye, beni bekleme.” dedi. “Belki iyi gelir, hava da çok güzel, beynini dinlendirirsin, kuluçkaya yatmak diyormuş bilim adamları buna, sonra daha iyi verim alıyormuşsun,” “Lütfen, lütfen” dedi kadın “…anlamıyorsun, zorlamam gerek kendimi, ta ki becerinceye kadar, beni rahat bırak.”
Adam tek başına yemek yedi. Yan bahçeye yemek masası kurmuş çocuklu aileyi seyretti. Baba ço-cuklarıyla çimenlerin üstünde boğuşuyordu. Çocuklar kahkahalar atıyor, anneleri “Şimdi masayı devi-receksiniz.” diye bağırıyordu. Kendi eşi çocuk istemiyordu. “Ne zaman bakacağım çocuğa, müziği bırakmam gerekir o zaman.” diyordu. Adam şarabı bitirdi, limanda yükleme yapan elemanı aradı tele-fonla, bir vinçte sorun olduğunu, yüklemenin yapılamadığını öğrendi. Salona geçip maç seyretmeye başladı. Tuttuğu takım yeniliyordu. Küfretti, sağ ayağını kaldırıp hiddetle yere vurdu. Eşi üst kattan aşağıya inen merdivenlerin başında belirdi. “Hangi durumda olduğumu bilmiyor musun? Televizyonu kapatır mısın? Çalışamıyorum. Arkadaşında seyret televizyonu veya kahvede.” dedi. Bakışları nefret dolu ve deliciydi. Ellerini gövdesinin iki yanında dik sarkan kollarının ucunda yumruk yapıp sıkmıştı. Bir şey fırlatmaya, en ağır sözleri söylemeye hazır gibiydi. ‘Nasıl bu hale dönüşebiliyor?’ diye düşün-dü adam o an. Televizyonu kapattı, Suriye’den babası gençliğinde göçerken birlikte getirdiği sedef sehpaya tekme attı. Murano tabla halının üstüne düştü, eğilip almadı. “Hayat mı bu be? Allah kahret-sin, yaşanmaz bu evde artık. Ne halin varsa gör. Niye evlendin benimle?” diye bağırdı. Ayakkabılarını giydi, anahtarlarını, cüzdanını, ceketini aldı, çıktı evden. Arabasını çalıştırdı. Polis yakalarsa alkollü diye ceza yazacaktı. Nereye gideceğini bilmeden sürmeye başladı.
Kentin güzel yüzü kıyı yoluna saptı. Hava rüzgârlıydı. Dalgalar kabarıyor, kayalarda patlıyordu. Ço-cuklar, el ele tutuşan sevgililer, kahkahalar atarak, ıslanmamak için, kaçışıyorlardı. Yeni bir sevgilisi-nin olmasını, onun da kahkahalar atarak koşuşturmasını, çocukları olmasını düşledi. Fakat içine bir sevinç yayılamıyordu. Daha güzel, sevinç duyacağı, bir yaşamı olacağına kendini inandırmalıydı. Ka-rısını başka bir eşle düşününce yakan bir acı yayıldı içine bu kez. “Onsuz olmak zor, onla da olmak zor, ne kadar çok özveride bulunuyorum; öyle de, böyle de acı çekeceğimi görüyorum, fakat bu yol çıkmaz, ayrılmalıyım ondan, aklımı kullanmalıyım.” dedi.
Arabadan indi, kıyıda yürüdü. Bir teknesi olsa, açılacaktı, geri dönmeybilirdi. Boşuna yaşamış olduğu duygusu dolaştı kafasında. Yeni hayatını kurabilseydi uzaklarda. Elini cebine attı, telefonunu çıkarttı. O güne kadarki yaşamını sonlandırma arzusuyla sessize aldı telefonunu. Sevdiği kadını piyanoya bı-rakıyordu. Piyano kazanmıştı, aradan çekiliyordu. Birlikte yaşamanın bir yolu yoktu artık, böyle bir yolu bulamamıştı. Zaten eşi başka bir yol bırakmıyordu ki… Belki de karısı hasta idi. Dünya da piya-nist kadın olarak bir tek o mu vardı? “Doğru dürüst yaşamları vardır diğerlerinin, çocukları vardır, arkadaşları vardır. Olmaz ki, böyle de yaşanmaz ki, hayat mı bu böyle?” diye düşündü. “Bir uzlaşma olabilmeliydi. Sen bir şeyleri değiştirirsin, o bir şeyleri değiştirir, uzlaşırsın sonunda!” Kendisi uz-laşmıyor muydu günde seksen kez, yoksa yapamazdı işini, yaptırtmazlardı. Sakallı yabancı bestecinin, bir konser sonrası, akşam yemeğinde söylediği aklına geldi: “Büyük sanatçılar uzlaşamaz, uzlaşırlar-sa büyük sanatçı olamazlar. Kimsenin sesini duymadığı rüzgârın peşinden gitmektir büyük sanatçı olmak. Zordur onlarla yaşamak. İnsan mükemmelleştikçe yalnızlaşır.”
“Mükemmelleşsin karım, ben de kendi yoluma giderim” dedi adam. Arada bir arkadaşlarıyla uğradığı “İki Tek” Meyhanesi’ni gördü yolun öteki kıyısında. Genç bir hanım işletiyordu orasını. Müziğiyle, mezeleriyle, duvarlardaki resimleriyle, huzurlu sohbetlerle veya tek başına derin içe dönüşlerle, insan-ların kendilerini, yaşamlarını düşünebildikleri, gerçek yaşamdan uzaklaşabildikleri bir mekândı. “İki tek atarım, fasıl dinlerim, yeni hayatıma başlarım.” diye düşündü meyhaneye girerken.
“Neyiniz var?” dedi işletmeci kadın. “Bir sorun mu var? Tek gelmezdiniz. İyi görünmüyorsunuz üste-lik?”
“Eşimden ayrılmaya karar verdim. Bıraktım, çıktım. Yeni bir hayat kuracağım. Benim için zamanı olacak yeni bir eş bulacağım.”
“ Var mı ufukta öyle biri? Eşinizin haberi var mı bu kararınızdan?”
“Öyle biri de yok, eşimin haberi de yok.”
“O, istiyor mu ayrılmayı?”
“ O, bir tek piyanosundan ayrılamaz. Delicesine bir tutku onunki.”
“ Biliyor musunuz o delicesine tutkular olmasaydı, uygarlık olmazdı. Ayrılamazsınız. Ona zarar vere-mezsiniz, Kimse af etmez sizi sonra. Onu korumak zorundasınız. O size ve bize bir armağan. O bir üst insan.”
“ Evet, biliyorum. Bana Nietzsche okuduğunuzu söylemiştiniz geçen sefer. Ben ne olacağım o zaman peki? Hayatını değiştirmek zorundaydı biraz, bana ayıracak zamanı olmalıydı.”
“Siz değiştirin hayatınızı, bütün zamanınızı ona verin. Ona yol açın”.
“ Olur, mu canım öyle şey, işim var benim.”
“ İşiniz ona yardım etmek olsun. Turnelerde yanında olun. Birlikte dolaşın dünyayı sevdiğiniz kadın-la.”
“ İyisi mi siz bana bir duble ‘Yeşil Efe’ verin.”
Küçücük bir meyhane idi. Az sayıda insan vardı. Ne gürültü, ne patırtı… Kısık sesle bir fasıl çalıyordu sidiça-larda. Masalarda küçük birer mum yanıyordu. Apaydınlık lokantalardan değildi burası. Bir avukat cebinden çıkardığı kâğıttan rakı içmenin kurallarını okuyordu arkadaşlarına. Arada bir garson masaya bir meze bırakıyordu, rakıyı tazeliyordu.
Yeni bir hayata başlamanın sevincini niye yaşayamadığını sordu adam kendisine. Önceden yaşama-dığı hüzün yayılmaya başlamıştı beynine. Sağ el parmaklarının hafif titrediğini gördü. Onunla nasıl tanıştığını, konserlerin ardından nasıl birbirilerine özlemle hep yeniden kavuştuklarını anlattı, arada bir masasına gelip onu dinleyen işletmeci hanıma. “Eve sizi ben götüreceğim, araba kullanmayın bu akşam, çok içtiniz. Masalardan çiçekleri topladım, buket yaptım, eşinize verirsiniz. Burada onu sevdi-ğinizi söylediniz birkaç kez, evde kendisine de söyleyini. Biraz da lakerda koydum küçük bir kutuya, yeni geldi İstanbul’dan, eşiniz sever.” dedi genç kadın.
“Kaldırıma dikkat edin, düşmeyin.” dedi, adam evinin önünde arabadan inerken. Çiçek buketini eline tutuşturdu adamın işletmeci kadın.
“Arabam kıyıda kaldı” dedi adam kendine, evine ilerlerken. Eşi yatmıştı. Salonun ışığı açık bırakıl-mıştı. Eşinin odasına girdi, yatağına yaklaştı, yanağını okşadı kadının. Çiçek buketini komodinin üs-tüne koydu. “Sana çiçek getirdim. İşten ayrılıyorum. Kendimi sana ve müziğine adayacağım, çünkü sen bana ve insanlara bir armağansın.” dedi.
Kadın parmaklarını adamın dudaklarında dolaştırdı. “Odana gitme! Burada, yanımda kal bu gece.” dedi.